21 Eylül 2009 Pazartesi

(S)AÇILIM ?

Son günlerde bir modadır gidiyor. AÇILIM. Daha doğrusu açılım modası. Yahu nedir bu açılım? Herkes bu kelime üzerine o kadar konuşup, yazıp, çizip bir de üstüne yorum getirmekte ki artık gına gelmiş durumda topluma. Önce 29 Mart Yerel Seçimleri öncesi başladı bu süreç. Anamuhalefet partisi CHP'nin İstanbul'un bazı ilçelerindeki aday tanıtım toplantılarında Genel Başkan Deniz Baykal'ın kara çarşaflı bayanlara parti rozeti takması ile gündeme geldi. Tabii büyük tepkileri de beraberinde getirdi bu adım. CHP'nin oy aldığı kitlenin tabanını oluşturan Kemalist düşünce sahibi vatandaşlarımız "Vay efendim CHP nasıl olur da bu şekilde giyinmiş olan yani karaçarşaflı bayanlara parti rozeti takar?" tepkilerini dillendirdiler en sert biçimde. Medyamız da her olayda olduğu gibi bu olayda da 'Kendince' ağırlığını koydu ve sürecin adını bir çırpıda dillendiriverdi "Çarşaf açılımı". Neydi peki bu çarşaf açılımı daha doğrusu çarşafı anladık da açılım neyin nesiydi? Bu süreci CHP'nin Kocaeli BŞB başkan adayı Sefa Sirmen'in Kuran Kursları ile ilgili verdiği vaat izledi ve açılımın çapı genişledi "Kuran Kursu ve Çarşaf Açılımı". Yerel seçim süreci işte bu açılım nidalarıyla yürüdü gitti ve tam seçim bitip bu malum sözcüğümüz kendisini medyanın tozlu raflarında bulmaya hazırlanırken bu sefer de Cumhurbaşkanı çıktı ortaya. "Tarihi fırsat var kaçırılımamalı" dedi. Peki bu tarihi fırsat neydi? Türkiye'nin kanaması bir türlü durmayan yarası yani terörün sözde kaynağını alıp beslendiği sözde "Kürt sorunu"nun çözümü konusunda tarihi bir fırsat olduğunu belirtti sayın cumhurbaşkanı ve ekledi "Bu fırsat kaçırılmamalıdır.". Kendisine atılan bu topu eski bir futbolcu olmasının verdiği avantajla olsa gerek hiç sektirmeden çok iyi bir şekilde alan sayın başbakan da Temmuz ayının kavurucu sıcaklarının etkisinde geçen günlerde birden kamuoyuyla paylaşıverdi bu tarihi projesini "Demokratik Açılım". Kimi kesimler buna "Kürt Açılımı" derken kimi kesimler de aynen başbakan gibi "Demokratik Açılım" diye adlandırdı bu projeyi. Mamafih, toplumumuz senelerdir böyle bir projeyi pardon açılımı bekliyormuş da sayın başbakan da hızır gibi yetişmiş misali kendini sırf bu konu hakkıda şartlandırmış olan birtakım 'Malum' gazetelerin yine 'Malum' yazarları başbakanı büyük bir kahraman edasıyla tasvir ve tasavvur etmeye başladı. İş o hale geldi ki artık hem yazılı hem de görselk medyamızın tek derdi, işlediği ya da işleyebileceği tek konusu bu olmaya başladı yani demokratik açılım bir başka deyişle Kürt Açılımı. Peki neydi bu süreci bu kadar mühim kılan?
Gerçekten de Türkiye'de büyük bir Kürt sorunu mu vardı? Silzer bilemem ama benim bu konudaki fikirlerim hükümetten daha farklı. Ben şahsen Türkiye'de büyük bir Kürt sorunu olduğuna inanmıyorum. Bunu salt milliyetçi, ulusalcı fikirlerime ve duygularıma bağlı kalarak söylemiyorum. Türkiye, içerisinde birçok etnik kökenli vatandaşımızı barındıran ve de barındırdığı bu farklı kökenleri ayrıştırıcı değil birleştirici bir unsur olarak, bir kültür mozaiği olarak kabul eden vatanı ve milleti ile bölünmez bir üniter devlettir. Bu, kimilerimiz her ne kadar kabul etmek istemeseler de su götürmez bir gerçektir. Bu yüzden, bu durum samimi bir çözüm isteğinden çok dış kaynaklı güçlerin siyasi bir isteğine benzemektedir. Bu açılımın niyeti ve de amacı kimi çevrelere göre Kürt halkının sorunlarına bir çözüm bulmak olarak lanse edilse de, asıl olarak artık Irak'tan çekilmeye hazırlanan ABD'nin işgalden beri bölgede jandarma olarak kullandığı Kuzey Iraklı Kürtleri Türkiye'nin hamiliğinde bir nevi koruma altına alarak o bölgedeki gücünü ve ağırlığını garanti altına almak yani bölgedeki dominantlığını sağlamlaştırmaktır. Sevimli başkan Obama'nın Türkiye'ye gelmesi, İstanbul'u gezip Sultanahmet'i ve Ayasofya'yı ziyaret etmesi kendisinin o çok sevimli ve insansever mizacından mı yoksa o gülen yüzünün altında yatan başka hesap ve çıkarlarından mı? Verdiğiniz cevabı duyar gibiyim. Bugün iktidarın kamuoyunun önüne sunması geren bu açılımlar silsilesi değil Doğu ve G.Doğu'daki işsizliğin, açlığın, yoksulluğun ve yetersiz altyapının nasıl ve ne şekilde çözümleneceği projeleri olmasıdır. Şunu açık yüreklilikle belirtmek isterim. Bugün ülkemizde Doğu ve G.Doğu bölgelerinde ya da diğer bölgelerimizde Kürtçe konuşan ve de bunu engelleyici hiçbir unsurun da bulunmaması ile birlikte bu eylemini rahatça yerine getirebilen bir yurttaşımızın yarın birgün okullarımızda Kürtçe'nin ana eğitim dili olarak okutulması ile birlikte karnı daha mı çok doyacaktır? Daga iyi yaşam şartlarına mı kavuşacaktır veyahut bulunduğu, yaşadığı bölgenin bütün altyapı hizmetleri kusursuazca yerine mi gelecektir? Niye hiç kimse daha doğrusu bu açılımı hiddetli bir şekilde destekleyenler hükümete bu soruları da sormuyor? Yoksa soramıyor mu ne dersiniz? Açılım tartışmalarının gölgesinde geçen şu günlerde birçok kişinin unuttuğu ya da hatırlayamadığı bir gerçeği burada tekrar belirtmek isterim. Anayasamızın değiştirilmesi teklif dahi edilemez ilk üç maddesi bize şunu söylemektedir. Türkiye Cumhuriyeti, devleti ve milleti ile bölünmez bir bütündür yani üniter yapıya sahip bir devlettir. Resmi dili Türkçe, başkenti Ankara'dır. Resmi bir dile sahip bir ülkede eğitim gibi son derece önemli ve hassas bir konuda resmi dil dışında başka dillerde de anadil eğitimi istemek ve bunu da bahsi geçen açılımın önemli sac ayaklarından birisi olarak tanımlamak üniter bir devlet yapımıza ne derece aykırıdır ve ne derecede zarar verir varın bunu siz hesaplayın. Bugün Türkiye üzerinde başbakanın tabiri ile 36 ayrı etnik köken bulunmaktadır. Öyleyse biz ülke olarak 36 ayrı etnik kökenin tamamı için bir açılım yapmaya kalkarsak ortada ne üniter bir devlet yapısı kalır ne de bağımsız bir ülke kalır. Bu söylediklerimizden benim ve benim gibi düşünenlerin kesinlikle Kürt kökenli vatandaşlarımıza karşı bir kin ve garez güttüğümüz, Türkiye'de etnik kökeni farklı olan insanlara yalnızca değil eğitim, barınma, mülkiyet hakkı tanımak yaşamak hakkını bile çok gördüğümüz gibi deli saçması fikir ve düşüncelere sahip olduğumuz kimsenin aklına gelmesin. Bizim şiarımız bütün insanları karşılık beklemeksizin sevmek ve de yaşam haklarına saygı duymaktır. Bir insanı yalnızca Kürt, Türk ya da başka bir kökenden olduğu için değil insan olduğu için sevmek en büyük erdemdir ve de insanı bir başkasından ayıran büyük bir özelliği - güzelliğidir. Bunu burada bilhassa belirtmek isterim. Daha önce vurguladığım gibi bugün ülkemizde birçok farklı etnik kökenden vatandaşlarımız yaşamaktadır ve bu vatandaşlarımız ülkemizi ayrıştırıcı değil tam aksine bütünleştirici bir kültür mozaiğinin birbirinden farksız olan eşit birer halkalarıdır. Bütün bu vatandaşlarımızı da aynı ülke sınırları içerisinde birleştiren, yaşamasını sağlayan ve bütün bu etnik kökenleri tek bir potada eriterek bütünleştiren Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığıdır. Hepimiz bu kimliğimizle gurur duymalıyız, alt ya da üst kimlik değil tek bir kimlik vardır o da Türkiye Cumhuriyeti kimliğidir. Bu ülkede yaşayan her bireyin bunu unutmaması ve bir an bile olsun aklından çıkarmaması zaruri bir gereklilik olmalıdır.
Yazıma son verirken bu ülke uğruna, bu milletin birlik ve bütünlük içerisinde kardeşçe yaşamaları uğruna kendi hayatlarını hiçe sayarak şehitlik mertebesine ulaşmış bütün ölümsüz kahramanlarımızı yad etmeyi bir görev bilir, Allah'tan ülkemizin birliğini ve milletimizin bütünlüğünü bozacak bütün şerliklerin bizden uzak olması dileğiyle bizlere yar ve yardımcı olmasını dilerim. Kendinize iyi bakınız.

1 Ocak 2009 Perşembe

Bir milletin kader sınavı


Merhabalar efendim. Uzun bir aradan sonra tekrar buradayım. Maalesef hem okuldaki derslerimin yoğunluğu hem de yaklaşan yerel seçimler öncesi yoğun bir çalışma temposunun içerisinde bulunmamdan mütevellit araya biraz zaman ve ayrılık girdi. Neyse edebiyat yapmayı bir kenara bırakalım da gerçek konumuza dönelim. Efendim, önümüz malum seçim. 29 Mart yerel seçimlerine şunun şurasında 3 aydan az bir süre kaldı. Bu yerel seçim bir bakıma milletimizin iyiyle kötüyü, doğruyla yanlışı, dürüstle sahtekarı, temiz olan ile hırsızı ve yolsuzu kesin ve keskin bir çizgide ayıracağı bir seçim olacak. Bundandır ki, bu seçim milletimizin bir nevi kader sınavı olacak. Devletimizi 6 yıldır yöneten daha doğrusu yönettiğini iddaa eden özel ve tüzel kişiler, daha önceki iki seçimde milletin özellikle de kararsız vatandaşlarımızın verdiği oylarla büyük bir zafer kazanmış olmasının verdiği kibirlikle eylem ve söylemlerine olduğu gibi devam etmektedir. Pekala, 6 yıl gibi hiç de azımsanmayacak bir vakit geçtikten sonra bu erkin ülkemizde meydana getirdiği ve de gerçekleştirdiği bir takım İCRAATLARA bakalım isterseniz. Öncelikle 2002 yılında iç dış toplam 220 milyar dolarlık borcumuz devraldıkları borcu bu yılın sonunda iç dış toplam 500 milyar dolar seviyesine çıkardılar. Yani, bu hükümet devletimizin 79 yıllık toplam borç miktarının (Yani 220 milyar doların) daha fazlasını sadece 6 yılda borçlanmayı becerdi. Bununla da bitmedi, ülkemizde 2002'de işsizlik oranı yüzde 10.3 ve işsiz insan sayısı 2.636.000 iken (TÜİK verilerine göre), bu yılın sonunda (TÜİK’in son verilerine göre) işsizlik oranı yüzde 18.5 ve işsiz sayısı da ki bu bana göre çok korkunç bir rakam 4.928.000’a yükseldi yani bugün ülkemizde neredeyse 5 milyona yakın işsiz vardır. Bu hükümet, işbaşına geldiğinden bu zamana kadar IMF ile 19 adet stand-by anlaşması yaptı, şimdi de 20.'yi yapabilmek için uğraş veriyor. Peki öyleyse adama sorarlar, sen bu kadar anlaşma yapıp borç aldın, yetmedi üstüne üstlük ülkemizin birçoğu Cumhuriyetimizin kurulduğu senelerde temelleri atılan ve bugünlere kadar memleketimizin kalkınıp, üstün bir refah seviyesine gelmesinde büyük pay sahibi olan fabrikaları, tesisleri, kuruluşları neredeyse yok pahasına yabancılara özellikle de dizlerinin dibinden ayrılmadığın Ofer ve Arap şeyhlerine sattın; neden halen daha benim ülkemin iç-dış bu kadar borcu var, neden benim ülkemin halen daha bu kadar yüksek oranda ve sayıda işsizi var, neden benim ülkemin vatandaşlarının birçoğu fakirlik hatta yoksulluk sınırının altında ve kıt kanaat geçinmeye, yaşamaya çalışıyor. Artık bu uykudan daha doğrusu bu boş ve sahte rüyalardan uyanmanın vakti geldi. Evet şunu kabul etmek gerekir ki, AB ve ABD destekli olarak iktidara gelen bu hükümetin, ilk yıllarında yani 2003, 2004 ve 2005 yıllarında ülkemize büyük bir yabancı para ve döviz akışı girdi. Bu da ekonomimizin özellikle de 2001 krizinden sonra yaralarını sarmaya çalışan ekonomimizin biraz olsun rahatlamasına ve enflasyonun tek haneli rakama inmesini sağladı bu inkar edilemez fakat şimdi ise takke düştü kel göründü. Piyasalardaki bu geçici bahar sona erdi. Çünkü, ülkemize bu para girişini sağlayan ülkelerin neredeyse hepsi ( ABD, Japonya ve AB ülkeleri gibi) özellikle de bu son küresel ekonomik krizle beraber maddi anlamda büyük sorunlar ve problemler yaşamaya başladılar. Bu durum da ülkemizdeki yabancı destekli para akışının yavaş yavaş çekilmeye başlamasına ve bütün dünyayı saran küresel ekonomik krizin de etkisiyle (Her ne kadar başbakan kriz bizi teğet geçti dese de) ekonomimizin giderek kötüleşmesine, enflasyon denen canavarın çift haneli rakamlara ulaşıp yükselmesine, yükselen enflasyonun bir sonucu olarak da faizlerin tavan yapmasına sebep oldu. Ha bu krizden etkilenmeyenler hatta fırsata bile dönüştürenler olmadı mı, oldu tabii ki. Ülkemizde 6 yılda hükümet tarafından vatandaşımızın belli kesimlerinin maddi olanaklarının aktarılması ile yaratılan yandaş İslami sermaye kesimi ile büyük para patronları için bu kriz hiçbir anlam ifade etmedi tabii ki. Kriz onları teğet geçti, tırıs gitti. Hatta onlar bu krizi fırsata bile çevirdiler. Nasıl mı, piyasada ucuzlayıp değeri yok olan her şeyi satın alıp, güçlerine güç katarak (İktidar destekli).

Bütün bunların dışında ülkemizin, daha doğrusu yüce önderimiz Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün bizlere bıraktığı laik, çağdaş, aydınlanmacı ve demokratik cumhuriyetimizin, arkalarına aldıkları Fethullah Gülen ve cemaatinin de desteğiyle giderek yozlaştırılmasını, şeriatlaştırılmasını, ABD ve diğer emperyalist ülkelerin desteğiyle Ilımlı İslam devleti olma yolunda ilerlemesini ve ülkedeki bütün Kemalist, laik, çağdaş ve aydın insanların bir bir susturulması ile ötekileştirilmesini sağladılar. Ülkemiz bu hükümet ile çağdaş bir cumhuriyet olmaktan çıkarak aşırı muhafazakar, baskıcı ve dışa bağımlı bir cemaat devletine dönüşmeye başladı. İnsanlarımız baskı altına girerek, tek tip bir toplum halini almaya başladı. Bu durum da insanlarımız arasında büyük kutuplaşmalara sebep oldu. Türbanlı-türbansız, laik-dinci, ulusalcı-liberal gibi kutuplaşmalar ve ayrışmalar toplumuzda baş göstermeye başladı. Ve bu da inanın ki hiç de iyiye işaret değildir.

Hülasa, bütün bu saydıklarımıza bir de bu hükümetin ve oluşumlarının bulaştığı yolsuzluk ve soygun batağı da eklenince durumun vahameti kendisini bir kez daha derinden hissettiriyor. Yolsuzluğun ve kirlenmişliğin, dişlileri ve deniz fenerleri ortaya çıktıkça bu hükümetin ve oluşumlarının nasıl bir bataklık içine girdiği çarpıcı bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Buna kendi belediyelerindeki pislikler ve hırsızlıklar da eklenince bu durum bir dram ve trajikomik bir vaka şeklini bile geçerek çok başka bir boyuta ulaşmıştır.

Sonuç olarak, milletimizin bu gerçekleri daha doğrusu su götürmez gerçekleri artık görmesi gerekmektedir. Bunlar, bir ülkenin nasıl mahvedilişinin ve mahvettirilişinin açık bir kanıtıdır. Bu bağlamda da 29 Mart Yerel Seçimleri çok büyük bir önem arz etmektedir. Devletimizin ve milletimizin geleceği ve refahı için bu seçim önemli bir sınav niteliği taşımaktadır. Umarım ki halkımız en doğru kararı sandıkta verir. Saygılarımla, görüşmek üzere.

13 Aralık 2008 Cumartesi

Sosyal Demokrasi ve CHP üzerine


Merhabalar. Malum önümüz seçim. 29 Mart yerel seçimleri yaklaştıkça siyaset ve demokrasi ile ilgili kavramların tanımları üzerindeki tartışmalar da tekrardan alevlendi. Laiklik, demokrasi, özgürlük gibi kavramların tartışmaları zaten sürekli devam eden bir döngü ama bunların dışında da içerikleri ve uygulamarı ile uygulayanları tartışılan bir takım kavramlar da dile getirilmeye başlandı kamuoyu nezdinde. Bu kavramlardan birisi de sosyal demokrasi. Kısaca değinmek gerekirse (Çok fazla da teoriğe girmek istemiyorum.) sosyal demokrasi yaşamış olduğumuz dünya düzenin içinde, hem yer altı yer hem yer üstündeki bütün nimetlerden, sahip olunan bütün güzelliklerden, olanaklardan ve zenginliklerden; yine dünya üzerinde yaşayan bütün insanların eşit, adaletli, adil ve uygar bir biçimde yararlanmalarını ve sahip olmalarını hedefleyen, insanları hiçbir şekilde(Uyruğuna,diline,dinine, vb... özelliklerine göre) ayrım yapmadan eşit gören ve herkese eşit bir şekilde yaklaşmayı kendine görev edinmiş olan siyasi bir ideolojidir. Bütün bunların yanında sosyal demokrasi, kapitalizmin dünya üzerinde yaratmış olduğu eşitsizlikleri ve adaletsizlikleri demokratik bir şekilde en aza indirgemeyi amaçlayan siyasal bir ideolojidir. Sosyal demokrasiyi benimseyen ve kendilerine ideoloji olarak feyz alan partiler de sosyal demokrat partilerdir. Günümüzde özellikle Avrupa'daki siyasal sistem içinde sosyal demokrat partiler önemli bir yer tutmaktadır. Bugün, Avrupa'nın büyük çaplı ve söz sahibi ülkelerinden İngitere'de İşçi Partisi ve Almanya'da Sosyal Demokrat Parti iktidarda olan sosyal demokrat partilerdir ve bu durum da sosyal demokrasi dediğimiz kavramın ne kadar önem ve hassasiyet taşıdığına dalalet eder. Ülkemizde de sosyal demokrasiyi benimsemiş olan ve kendini sosyal demokrat olarak tanımlayan partiler vardır. Bu partiler içinde öncelikli olarak Cumhuriyet Halk Partisi gelir. Cumhuriyet Halk Partisi, ülkemizin ilk siyasal partisidir. Ülkemizin kurtarıcısı ve kurucusu yüce önderimiz Gazi Mustafa Kemal ATATÜRK tarafından kurulan bu parti, ülkemizi 1946 yılında çok partili siyasal sisteme geçmemizle beraber 14 Mayıs 1950'de Demokrat Parti'nin iktidara gelmesine kadar 27 yıl aralıksız olarak yönetmiştir. Tek parti iktidarı olarak literatüre giren bu dönemde, Cumhuriyet Halk Partisi ülkemizin gelişmesi, büyümesi ve kalkınması için var gücüyle çalışmış 1950'de Demokrat Parti'ye iktidarı bırakırken de yoktan varolmuş bir ülkeyi 27 yıl gibi kısa bir zamanda olabildiğince gelimiş bir düzeye getirmiştir. 1950'de başlayan ve 27 Mayıs 1960 Devrim'i ile son bulan Demokrat Parti iktidarından sonra ülkemiz 1960'lı yıllara girerken dünyada esmeye başlayan politik rüzgardan her ülke gibi etkilendi. Bu süreç içerisinde CHP genel başkanı İsmet İnönü 1965 yılında partisinin politik duruşunu "ORTANIN SOLU" olarak niteledi. Ortanın solu deyişi, sosyal demokrasinin ülkemizde ilk defa dillendirildiği bir kavram oldu. Devleti kuran ve senelerce yöneten, ülkemizdeki etkili ve söz sahibi kurumların en başında gelen Cumhuriyet Halk Partisi'nin, kendisini ortanın solunda diye nitelemesi o dönem için çok ses getiren olaylardan birisi olmuştu hiç kuşkusuz. Daha sonra Fransa'da başlayan ve oradan bütün dünyayı etkisi altına alan 1968 öğrenci hareketi ülkemiz gençliğini de etkilemiş ve rüzgarına katmıştı. 1968 hareketinin beraberinde getirdiği sosyalizm ve sosyal demokrasi kavramları ile bu kavramların karakteristik özellikleri ülkemizde de birçok kesimlerce tartışma konusu olmuştur. Ve bu rüzgar yani 68 rüzgarı giderek büyümeye başlamış, bünyesinden Mahir Çayan, Deniz Gezmiş, Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan gibi sembol isimleri, halk kahramanlarını çıkarmıştır. Ama elbette ki kendisini dünyanın süper gücü ve tek sahibi sanan ABD, 68 hareketi ile beraber gelen sosyalizm dalgasını kırabilmek ve yıkabilmek adına en başta müteffikleri olan ülkelerde -ki bu ülkelerin başında Türkiye gelir(Sözüm ona artık bizi müttefik olarak mı yoksa emperyal bir hedef olarak mı görmektedir bunun kararını sizlere bırakıyorum)- belli örgütlenmeler oluşturarak, hükümet gücüyle faşizan bir kırım ve yıkım harekatı uygulamış, özünde yalnızca her alanda sosyal adalet istemek olan bu kuşağı (Özellikle de ülkemizde) darmadağın etmeye çalışmıştır. Ve bununla beraber sosyal adalet, sosyal demokrasi gibi konular ve kavramlar ülkemizde yaratılmış olan bu korku imparatorluğu içerisinde bırakın tartışılmayı adı bile dillendirilmekten çekinilen bir hale gelmiştir daha doğrusu getirilmiştir. Ama bu dönemde CHP'nin içerisinde bir siyasi isim giderek yükselmeye ve yıldızlaşmaya başlamıştır. Bu isim Bülent Ecevit'tir. Ülkemizde sosyal demokrasiye gerçek anlamda kişilik ve kimlik kazandıran Ecevit, 1972 yılında CHP'nin 32 yıllık genel başkanı olan İsmet İnönü'yü (İsmet Paşa'yı) mağlubiyete uğratarak CHP'nin Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve İsmet İnönü'den sonraki üçüncü genel başkanı olmuştur. Ve Ecevit 1973 seçimlerine belki de kendisinin en meşhur lafı olan "Toprak ekenin su kullananın" söylemi ile girmiş, onun bu söylemi ise sosyal adalet ve sosyal demokrasi kavramının ülkemizin her köşesine ve halkımızın her kesimine ulaşmasını sağlayarak sosyal demokrasi kavramının halkın nezdinde anlaşılmaya başlamasına sebep olmuştur.
Konuyu çok da fazla tarihselleştirmeden devam etmek gerekirse, ülkemiz 1980 askeri darbesinden sonra 1990'lı yıllara kadar sosyal demokrasiden oldukça uzak bir dönem geçirmiştir. Daha doğrusu hükümet bazında uzak bir dönem geçirmiştir. 1980 darbesinden sonra mevcut siyasal partilerin hepsinin kapatılmasıyla İsmet İnönü'nün oğlu olan Prof. Dr. Erdal İnönü tarafından 1983 yılında Sosyal Demokrasi Partisi (SODEP) kurulmuştur ve bu parti 1985 yılında Halkçı Parti ile birleşerek Sosyaldemokrat Halkçı Parti yani SHP adını almıştır. SHP, CHP'nin kapatılmasıyla beraber ülkemizde sosyal demokrasinin merkezi olmuştur ama maalesef 1991 yılına kadar hiç iktidara gelememiştir. Özal'lı ANAP'a karşı koyamamıştır. 1991 seçimlerinde DYP ile koalisyon kurmuş ve iktidara gelmiştir. 1992 yılında eski siyasal partilerin tekrar açılmalarını sağlayan yasa ile beraber CHP 9 Eylül 1992 yılında Deniz Baykal'ın genel başkanlığında tekrar kurulmuş ve SHP'nin 1995 yılında CHP çatısı altına girmesi ile beraber sosyal demokrasinin tekrar merkezi ve lideri durumuna gelmiştir.
Yazımın başında da bahsettiğim üzere bugünlerde ama tabii ki kökü geçmişe dayanan tartışmalardan birisi de CHP'nin ve Deniz Baykal'ın gerçek anlamda sosyal demokrat olup olmadığıdır. Özellikle de liberaller ve muhafazakar libareller (Ki bu kesimin ülkemizdeki tek temsilcisi de şu anda iktidarda olan AKP'dir) CHP'nin ve Deniz Baykal'ın gerçek anlamda sosyal demokrat olmadığını, kendilerinin ve partilerinin CHP'den ve Baykal'dan daha fazla sosyal demokrasi kavramını benimseyip içselleştirerek bu bağlamda hareket ettiklerini belirtmektedir. İşin aslında bakıldığı vakit, bu kesimin kendisini sosyal adalet sahibi olarak tanımlaması kadar abesle iştigal bir durum olamaz. Çünkü, herşeyden önce bu kesim zenginliği ve daha fazla kazanma arzusunu her daim içinde taşımakta ve bu şekilde de hareket etmektedir. Bugün için AKP iktidarı ülkemizde belli bir kesimin servetini, kazancını kendi yakın çevreleriden oluşan bir kesime aktarmış ve bu kesimi de zenginleştirmiştir. Bununla beraber zengini daha zengin, fakiri de daha fakir bir duruma getirmiştir. Bu da ülkemizde büyük bir sosyal adaletsizliğe ve insanlar arasında tabiri yerindeyse oldukça büyük ve yüksek uçurumlar oluşmasına sebep olmuştur. Ama bütün bunların yanında yine biz vatandaşların ödediği vergilerle beraber dar gelirli yurttaşlarımıza yaptıkları başta kömür ve gıda olmak olmak belli yardımlar sayesinde kendilerinin halktan yana ve sosyal adalet sahibi insanlar olduklarını söylemektedirler. Elbette ki bu yardımlar kötü ve eleştirilecek şeyler değildir ama zaten bütün bunlar sosyal bir devletin yapması gereken işlerdir. Fakat ülkemizde iktidar partisi yapmış olduğu bu işi kendisinin bir propagandası haline getirmiştir. Bu yolla da kendisini öz kimliğinin dışında sosyal demokrat olarak da betimlemektedir. CHP'nin karşı çıktığı ve muhalefet ettiği de budur. İktidar partisinin zaten yapması gerekenleri hem de devletin öz kaynakları ile yapması gerekenleri vatandaştan aldığı vergilerle tabiri yerindeyse bağıra çağıra kendisinin propagandasını yaparak ifa etmesini eleştirmektedir. İşte gerçek sosyal demokratlık da budur. Devletin yaratmış olduğu sosyal adaletsizliği yine vatandaşın cebinden aldığı paralar ile kapatmaya çalışmasını afişe etmek ve iktidarın meydana getirdiği haksız ve adaletsiz olan bu düzeni eleştirerek vatandaşa doğruyu göstermeye çalışmaktır. Zaten sayın Deniz Baykal da bu yüzden sürekli olarak eleştirilip bazı kesimlerce eleştiriyi de aşıp karalanmaktadır.
Kısacası bugün için ülkemizde sosyal demokrasiyi tam manasıyla içselleştirmiş olan ve sosyal demokrasiyi bütün özellikleriyle kimlikleştirmiş ve kurumsallaştırmış olan tek bir parti vardır o da Cumhuriyet Halk Partisi'dir. Elbette ki sosyal demokrasiyi benimsemiş olan diğer partilere (Demokratik Sol Parti, Sosyaldemokrat Halk Partisi gibi) de saygım vardır fakat artık şu gerçeği öncelikle bu partilerin başında olan parti büyüklerimiz ile sosyal demokrasiye gönül vermiş olan bütün vatandaşlarımız görmelidirler. Ülkemizde sosyal demokratların bütün kısır çekişmeleri bir kenara bırakarak artık birleşmelerinin zamanı geldi de geçiyor bile. Ülkemizi her anlamda gerileten ve insanlarımız arasında adaletsiz ve haksız bir yaşam koşulları sunan bu zihniyeti ve bu hükümeti ancak bir şekilde alt edebiliriz. O da bütün sol görüşlülerin ve sosyal demokatların CHP çatısı altında birleşmeleridir. Bundan başka bir çıkar yol yoktur. Bunu da geçmişte yaşadığımız acı tecrübelerimizden hepimiz hatırlıyor olsak gerek (1994 yerel seçimleri, 1995 genel seçimleri, 1999 yerel ve genel seçimleri gibi). Sonuç olarak dediğimiz gibi zaman, kişisel ihtiraslardan ve hırslardan arınarak yek bir vücut ve sımsıkı bir yumruk gibi birleşme zamanıdır. Artık bekleyecek zaman kalmamıştır ve inşallah hakkımızda hayırlısı olan neyse o olur. Görüşmek üzere.

9 Aralık 2008 Salı

Halkla İlişkiler


Tekrar merhabalar. Bugün yazmak istediğim konu, Halkla ilişkiler. Özellikle son yıllarda adını çok sık duyduğumuz bu kavramla ilgili yazma isteğimin sadece bu bölümde (Marmara Üniversitesi - Halkla İlişkiler ve Tanıtım) okumaktan dolayı olmadığını belirtmek isterim. Elbette ki bu durumun da etkisi var ama asıl olarak bu kavramın kimi zaman anlam farklılığı ve anlam karmaşası yaratmasından kimi zaman reklamla karıştırılmasından ve kimi zaman da çok basit birşeymiş gibi algılanmasından ötürü ve de halkla ilişkilerin gerçekten tam manasıyla ne olduğunu ve neyi anlatmak istediğiyle ne yapmaya çalıştığını dilimin döndüğü kadarıyla sizlerle paylaşmak adına bu yazıyı yazmaya karar verdim. Halkla ilişkilerin kelime anlamı, salt olarak dışarıdaki vatandaşla doğrudan veya dolaylı bir şekilde ilişkiye girmek anlamını taşımıyor tabii ki. Buradaki ilişki kelimesi yanlış anlaşılmasın ilişki derken tabii ki de yüzyüze iletişimden bahsediyorum. Halkla ilişkilerin esası elbette ki yüzyüze iletişime dayanır ama halkla ilişkiler dediğimiz kavram sadece sokaktaki vatandaşla yüzyüze iletişimmiş gibi algılanacak kadar küçük ve sade bir kavram değildir. Halkla ilişkiler (Bu belki size biraz teorik gelebilir ama) en temel olarak kişi,kurum ya da kuruluşların hedef kitleleriyle ortak ve sağlam bağlar kurmak için oluşturdukları araçtır, izledikleri yoldur ve de kullandıkları yol haritasıdır. Çok fazla teoriye kaçmadan salt bu şekilde açıklayabiliriz halkla ilişkileri kavram olarak. Halkla ilişkilerde en önemli olan şey verilmek istenilen mesajın hedef kitleye doğru zamanda doğru kanallarla verilmesidir. Bir halkla ilişkiler stratejisi ancak bu şekilde ve bu uyumla doğru ve düzgün olarak gerçekleştirilebilir. Bununla beraber mesajın doğruluğu ile hedef kitlenin doğru seçimi de çok önemlidir. Yani kısaca bu sistemi "DOĞRU MESAJI - DOĞRU KANALLARLA - DOĞRU ZAMANDA - DOĞRU HEDEF KİTLEYE" şeklinde açıklayabiliriz. Dediğim gibi eğer bu sistemde en küçük bir aksaklık dahi olursa, yapılan bir halkla ilişkiler kampanyası başarısız olur. Aynı zamanda halkla ilişkilerin zaman kavramı da çok önemlidir. Halkla ilişkiler kısa zamanlı yapılan bir iş değildir. Çok uzun bir süreci kapsar. Örneğin, en acele bir halkla ilişkiler kampanyasının bile ön hazırlık aşaması yaklaşık 6 ayı bulur. Bunun haricinde halkla ilişkilerde FEEDBACK yani Türkçesi GERİBİLDİRİM dediğimiz kavram da çok büyük önem arz eder. Verilmek istenen mesajın, hedef kitleye verilmesinin ardından hedef kitleden mesaja verilecek olan tepki, bir halkla ilişkiler kampanyasının en temel taşlarından birisidir hiç kuşkusuz. Hedef kitleden gelecek olan bu feedback, kampanyanın seyrini de etkiler ve kampanyanın uygulanacağı zaman zarfı aşamasında, ulaşmak istediği hedefi ya da hedefleri elde edebilmesi için hangi tür aşamalardan geçmesi gerekeceği konusunda da bir belirleyicilik arz eder.
Bütün bunların yanı sıra halkla ilişkiler, reklamcılıkla birbirine çok sık karıştırılan bir kavramdır. Reklamın özü propagandadır. Yani reklamcılık işininin en temel disiplini propagandadır. Ayrıca reklamcılık dediğimiz kavramın halkla ilişkilere nazaran zaman faktörü de çok kısadır. Reklamcılık, çok kısa zamanda kar elde etmek amaçlı yapılan bir iştir. Bu aşamada ortaya samamiyet dediğimiz kavram çıkıyor. Halkla ilişkiler samimi olmalıdır ve karşısındakine samimiyet ve güven duygusunu aşılamak zorundadır. Fakat reklamcılıkta çoğu zaman güven ve samimiyet duygusu olmaz. Dediğimiz gibi reklamcılık çok kısa bir zamanda kar elde etmek amaçlı yapılan bir faaliyet olmasından ötürü pek de samimi değildir karşısındakine karşı. Bunun dışında her iki sektör de yani halkla ilişkiler ve reklamcılık medyayı çok farklı şekillerde kullanırlar. Reklamcılık, medyada yer ve zaman satın alır fakat halkla ilişkiler medyada haber niteliği taşıyabilecek işlerin altına imza atar ve atmaya çalışır, medyadaki yer alma amacı bu şekildedir. Bütün bunların haricinde bir halkla ilişkiler ve reklamcılıkla ilgili bir farktan daha bahsetmek istiyorum. Reklamcılık sektöründe bir denetim mekanizması vardır. Gerektiği zaman çok sert yaptırımlar uygulayabilen bir mekanizmadır. Fakat, maalesef halkla ilişkiler sektöründe bir denetim mekanizması yoktur ve bu denetim mekanizmasının olmayışı halkla ilişkiler sektörü içinde kimi zaman etik dışı işlerin olmasına sebebiyet vermektedir. Bu sebepten ötürü halkla ilişkiler sektörü için de bir denetim mekanizması oluşturulması şarttır. Kısacası, en temel olarak reklamcılık propagandaya dayalı olan ve kısa zamanda kar elde etme amaçlı yürütülen bir faaliyettir fakat halkla ilişkiler ise vermek istediği mesajı karşısındaki hedef kitleye en doğru zamanda, en doğru kanallarla vermeyi amaçlayan ve çok uzun bir süre zarfını kapsayan bir faaliyettir. Propaganda yapmaktan çok hedef kitleye verdiği mesaja karşılık aldığı feedbacklerle, karşısındaki hedef kitleye samimi bir şekilde, güven duygusunu her daim önde tutan bir anlayışla vermek istediği mesajı en doğru şekilde vererek istediği amaçlarına ulaşmaya çalışır. Her iki kavram ve sektör arasıdaki farklılıklar bunlardır.
Kısacası, halkla ilişkiler dediğimiz kavram öyle çok basit olan yani bir işyerinin kapısının yanında küçük bir masada oturan iyi giyinimli ve güleryüzlü bir personelin müşterilere en sıcak şekilde davranarak, onlara bağlı bulunduğu işyerinin ve ellerindeki ürünlerin özelliklerini anlatmaktan ibaret değildir. Ama maalesef ülkemizde halkla ilişkiler dediğimiz kavramı halen daha bu şekilde anlayan birçok iş sahibi ve sözüm ona okumuş insan var. Umarım ben yazmış olduğum bu yazı ile halkla ilişkiler kavramının ne olduğunu, özelliklerini, neyi hedefleyip ne yapmayı amaçladığını en açık ve duru bir şekilde sizlere anlatabilmişimdir, açıklayabilmişimdir. Görüşmek üzere.

Merhabalar

Merhabalar. Açıkcası uzun zamandan beri bir blog hesabı açmayı düşünüyordum fakat hep erteliyordum. Sonunda kısmet bu zamanaymış. İnsan çoğu zaman içinde biriktirdiklerini karşısındakilerle paylaşmak ister. Bilgilenmek, bilgilendirmek ister. Bu yüzden blog çok güzel ve faydalı bir şey bence. Aynı zamanda da bu fikriyatta olan insanlar için biçilmiş bir kaftan. Hayat genellikle bir çoğumuzu rüzgar misali ordan oraya savuruken, farklı zamanlarda farklı hayat iklimlerine doğru sürüklerken içinde bulunduğumuz halet-i ruhiyeden olsa gerek sürekli düşünür, düşündüklerimizi biriktirir ve de bütün bu biriktirdiklerimizi bir volkan misali haykırmak isteriz. Bazen en yakın arkadaşlarımızla bazen de uzak gibi durduğumuz fakat aslında hiç de uzak olmadığımızı farkettiğimiz insanlarla veya arkadaşlarımızla paylaşmak isteriz bütün bunları. İşte tam da bu noktada blogun önemi kendisini gösteriyor. Boşuna dememişler internet günlüğü diye. Gerçekten de insanın içini ve düşüncelerini çevresindekiler hariç, yüzbinlerce hatta milyonlarca insana anlatabileceği, aktarabileceği hatta haykırabileceği yer blog olsa gerek. Bunun da haricinde blog; insanın sahip olduğu bilgi, birikim ve deneyimlerini diğer insanlarla paylaşabileceği bir alan olması açısından da gayet önem arz eden bir nesne. Neyse daha ilk yazımda fazla uzatmadan kafanızı şişirmiyim yoksa blogla ilgili yazılacak daha çok şey var elbette. Görüşmek üzere.